Büyük Doğu Akdeniz savaşını göze aldınız mı bu “proaktif” siyasetiniz ile?

Aziz Şah – İlhak, vilayetleşmek, eyaletleşmek, Hataylaşmak gündeme oturdu…

Tarih bilinci olmayan bir cahil size “İlhak ve iltihak gündemde değil” diyebilir…

Tarih bilinci olan ama “hayır” demekten korkan bir işbirlikçi “İlhak ve iltihak gündemde değil” diyebilir…

Bahçeli, iki oda bir salon, pembe panjurlu evinden dünyaya bakan bir hayalperest de size “İlhak ve iltihak gündemde değil” diyebilir…

Tarih bilinci olmayan bir cahil, tarih bilinci olan ama konuşmaya korkan bir korkak ve dünyaya pembe panjurlu evinden bakan bir hayalperest size her şeyi söyleyebilir…

İlhak, vilayetleşmek, eyaletleşmek, Hataylaşmak gündeme oturdu…

“İlhak gündemde değil” ama “ilhak felaket olur” diyenler linç edilir, “gündeminde ilhak olmayanlar” tarafından…

Hiç sömürgecilik, Osmanlı ve Türkiye tarihi okumamış birisi “ilhak da nereden çıktı?” diyebilir ama sömürgecilik tarihinin işgaller ve ilhaklar tarihi olduğunu bilen herkes bir gece ansızın “ilhak”ın hep gündemde olduğunu iyi bilir…

“İlhak”ın tek bir şartı vardır: Ekonomik, politik ve askeri konjonktür.

“Zemin ilhaka müsait mi?” İşte bütün mesele bu…

Konjonktür müsaitse “İlhak ve iltihak gündemde değil” diyen Tufan Erhürman gibi işbirlikçilerin pembe panjurlu dünyasına tankla girer ilhakçılar…

Referandum da olmaz. Bir kararname ile ilhak ettim der işgalci…

Esas noktaya geleyim: Eğer bir yerde ilhak tartışılıyorsa, orada işgal vardır. İlhakın ön koşulu işgaldir. İlhak denilen şey öyle demokratik referandumla gerçekleşmez. Faşizmin sopası ile gerçekleşir…

Önce ne tartıştığımızı bilelim de ona göre tartışalım…

Klasik anlamda ilhak şu anda İsrail’in Filistin’de uyguladığıdır. Giriyor evleri yıkıyor, İsrail parlamentosunun kararı ile işgal ettiği bölgeyi ilhak ettiğini açıklıyor. BM bu ilhakı duruma göre ya kınıyor ya da görmezden geliyor. Günün sonunda İsrail’e güçleri yetmediği için sessiz kalıyorlar.

1948’den beridir İsrail Filistin topraklarını ilhak ediyor. Uluslararası ve askeri güç dengelerine göre işgal ettiği toprakların bir kısmının ilhakı BM tarafından tanındı, bir kısmından ise çık diyorlar, çıkmıyor.

Türkiye ise 1974’te Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etti. İlhak edecek konjonktür bulamadı, çık diyorlar, çıkmıyor.

Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması ve Kırım’ın Rusya’ya bağlanması ise apayrı hikâyelerdir. Sapla saman karışınca tartışamıyoruz, sorun orada.

İlhak yutmak demektir. Her şeyiyle beraber. Kurumlarını yok ederek. Bu anlamda savaşsız en klasik ilhak Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı ilhakıdır. Almanya’nın birleşmesi bir sistemin diğerini yıkması ve yutmasıdır. Batı Almanya-Doğu Almanya arasında hiçbir demokratik anlaşma imzalanmadı. Bir gecede Doğu Almanya’nın kurumlarını Batı Almanya yuttu.

Batı Alman emperyalizmi Demokratik Doğu Almanya’yı ilhak etti.

Bu yüzden Mustafa Akıncı “yutmak” kelimesini vurguladı. Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’ı yutma ihtimalinin bu yüzden altını çizdi…

“Türkiye bizi yutmadı mı, ilhak etmedi mi?” diyen çok Kıbrıslı vardır. Eğer Türkiye bizi kelimenin tam anlamıyla yutmuş ve ilhak etmiş olsaydı şu an elinizde tuttuğunuz gazete yayınlanamazdı ve şu satırları yazan şahıs da en iyi ihtimalle hapiste olurdu. İlhak/yutulma böyle bir durumdur…

İlhak/yutulma ihtimali her zaman vardır. Bu yukarıda belirttiğim gibi politik, ekonomik ve askeri konjonktüre bağlıdır…

Belirtmeden geçmeyim: Eğer ilhak edilirsek Ersin Tatar ancak valilikte çay ocağı işletebilir, Kudret Özersay da yanında çayları dağıtır. Tufan Erhürman’ın ise pembe panjurlu evinde “huzurlu bir yaşam” sürmesine müsaade ederler. Diğer vasıfsızlar ise bugün oturdukları koltukları bir daha rüyalarında bile göremezler, mal varlıklarına da bir kararname ile el konur. Bugüne kadar hep böyle oldu çünkü. Mallar yanınıza kâr kalmaz. Her zaman daha büyük bir balık vardır…

Şimdi işgal ve ilhak politikalarının biraz temeline bakalım…

Afrin harekâtında sınırı geçen askerlere mikrofon uzatan muhabir soruyordu iki sene önce, “Nereye gidiyorsunuz?” diye.

Asker bozkurt işareti yaparak cevap veriyor…

-Kızıl Elma’ya!

Ekim ayında Fırat’ın doğusuna operasyon yapan askerlere muhabir soruyor “Nereye?”

Askerden aynı cevap…

-Kızıl Elma’ya…

İdlib’e hareket eden askere muhabir gene sordu, “Nereye?” diye…

Gene aynı cevap:

-Kızıl Elma’ya!

Peki, Kızıl Elma nerede?

Mesela Ziya Gökalp der ki:

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan/

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”

İlk ortaya çıktığında Kızıl Elma fikri ırka dayalıydı, zamanla Türkçü-İslamcı bir senteze ulaştı…

“Kinimiz dinimizdir” diyen Nihal Atsız’dan “kindar ve dindar nesiller” hayali kuran bugünkü Türkiye’ye ulaştı “Kızıl Elma” fikri. “Düşman” sürekli değişti, eksilmedi, çoğaldı…

Nihal Atsız’dan Alparslan Türkeş’e, Ömer Seyfettin’den Halide Edip’e, Fuat Köprülü’den Erdoğan’a o kadar çok “Turan”-“Kızıl Elma” tanımı yapıldı ki…

Atsız, “İki Türkistan’ı, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, İdil-Ural boylarını, Kırım’ı, Batı Trakya’yı, Kıbrıs’ı, Adalar’ı, Kerkük ve Bayır-Bucak’ı alacağız” der. O Türk ırkçısıydı. İslamcılığa karşıydı, Araplardan nefret ederdi. MHP’nin kuruluş sürecinde ortaya Türk-İslam ülkücülüğü çıktı, 1980 darbesinden ve ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesinden sonra siyasal İslam çığırından çıktı…

“Turancılık bağımsız Türklerin devleti olan Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kurtarmak demek olduğuna göre önce Hatay’ın kurtarılması, sonra Kıbrıs’ın yarısına el atılması Turancılık değilse nedir? Kıbrıs’taki 100.000 Türk için savaşan Türkiye, şartlar hazır olduğu zaman neden milyonlarca öteki Türk için çarpışmasın?” diye yazıyordu Türkçü faşizmin babası Nihal Atsız…  

Türkçü faşizmin ve Türk-İslam sentezi ülkücülerinin 1944 ırkçılık ve Turancılık davasından 1980 darbesine kadar geçirdikleri sürede ve NATO tarafından yapılan ayarlar sonucunda Kızıl Elma’nın ortaya çıkan berrak bir tanımı var: Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Birliği…

Bu sloganı popüler hale getiren ise Turgut Özal…

1930-40’larda baş gösteren faşist hareketin vardığı yer 12 Eylül 1980 darbesinden sonra “tonton”, “güler yüzlü”, neo-liberal Turgut Özal’ın “pazar kavgası”…

Bu coğrafyada her kötülüğün altından 12 Eylül çıkar. 12 Eylül yeni kapitalizmin yeni kurallarını Türkiye’de uygulamak içindi. 1940’ların Türkçü faşizmi ile siyasal İslamcılık terbiye edilerek “İkinci Cumhuriyet” dönemi açıldı. Üstüne Sovyetler Birliği de yıkılınca gözlerini Türki cumhuriyetlere çevirdiler…

“Birinci Cumhuriyet” askerlerin kurduğu Kemalist cumhuriyetti; neo-liberal, küresel, serbest piyasa çağına göre değildi. 12 Eylül rejimi ile Türkiye’de İkinci Cumhuriyetçiler tarih sahnesinde yerlerini aldı…

Şimdilerde “İkinci Cumhuriyet” tanımı unutuldu bile. “Sol liberalizm” de deniyor bu “İkinci Cumhuriyet”çiliğe. Üç temel çıkış noktası vardı: Komünizm iflas etti, sınıf mücadelesi ortadan kalktı ve küreselleşme devri başladı: “Tarihin sonu”, “bilgi toplumu”, “sanayi ötesi toplum”, “post-Fordizm”, “küreselleşme” kod isimleriyle anıldı bu politik hat…

12 Eylül darbesinden sonra Turgut Özal’ın arkasında saf tutan “sol liberaller” veyahut “İkinci Cumhuriyetçiler”in programında beş madde vardı: Neo-liberal ekonomi, demokratik anayasa, eyalet sistemi, başkanlık sistemi ve aktif dış politika (şimdilerde “proaktif” diyorlar)…

İkinci Cumhuriyetçilerin programındaki demokratik anayasa ve eyalet sistemi dışında her şey uygulandı.

Şimdi gelelim daha önce hiç duymamış olabileceğiniz eyalet/ilhak meselesine…

12 Eylül cuntasının ve sonrasında Özal’ın Türkiye’yi eyaletleştirme planı vardı. Eyalet sisteminin esas hedefi, tam da bugün Türkiye’nin savaştığı Suriye ve Irak’taki toprakları eyalet olarak kazanmaktı. Kürt sorununun çözümü üzerinden Kürdistan’ın Irak, İran ve Suriye parçalarına nüfuz etmekti. Musul ve Kerkük petrollerine ortak olmak için bir araçtı “eyalet”leşme.

“Sol liberaller”-“İkinci Cumhuriyetçiler” eyaletleşmeyi demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü olarak sunarken Türk burjuvazisi için “Kürt silahı”nı kullanarak Musul ve Kerkük’e yayılmaktı. Bu yüzden Erdoğan seneler sonra 2009’da “Kürt açılımı” yaptı: Esas adı “Musul-Kerkük petrolleri açılımı”ydı…

12 Eylül cuntası tarafından Kıbrıs için de bir eyalet planı oluşturuldu. Kıbrıs’ı dörde bölerek Baf Yunanistan’a verilecekti. Girne’yi Türkiye alacaktı. Geriye kalan bölgeye de bir Türk-Rum federasyonu kurulacaktı…

“Tümgeneral Mahmut Boğuşlu” imzasıyla Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilen 10 Mart 1981 tarihli “Özel Jeopolitik İnceleme” adlı raporda şöyle deniyordu:

 “Yunanistan’la bir federasyon kurmalıyız. Kıbrıs dörde bölünüp Girne Türkiye’ye bağlanabilir, Baf Yunanistan’a bırakılabilir. İngiliz üsleri bir süre şimdiki konumunu sürdürür, bunlar dışında kalan topraklarda da federe bir devlet kurulur. Türk-Rum Federe Devleti, Birleşmiş Milletler’le sıkı bir işbirliği halinde cennet bir ülke olabilir. Birleşmiş Milletler için Kıbrıs, birçok ünitelerin yerleştirilebileceği ideal bir yerdir. Orta Doğu bu yoldan bir nevi kontrol altına alınabilir.”

Kafanızın çorba olduğunun farkındayım, hatta 12 Eylül cuntasının Kıbrıs’a dair oluşturduğu eyaletleştirme planının ne kadar saçma olduğunu da herkes fark eder. Çünkü bütün vilayetleştirme, eyaletleştirme, ilhak/yutma planları saçmadır. Çünkü toprak parçasının üzerinde yaşayan insanlar planları yapanlar için sadece jeopolitik nesnedir.

1980-90’larda İkinci Cumhuriyetçilerin “aktif dış politika” dediği savaş çığırtkanlığına bugün “proaktif siyaset” deniyor. 1980’lerde “sol liberaller”in Turgut Özal’ın arkasında saf tutarak savunduklarını bugün AKP ve Erdoğan büyük oranda gerçekleştirdi. Yol kazaları oldu biraz, ama olur o kadar değil mi?

İkinci Cumhuriyetçilerin en ünlülerinden biri Cengiz Çandar’dı. Turgut Özal’ın kuyruğundaydı, sonra Erdoğan’a kuyruk oldu, en son bildiğim Türkiye’den kaçtı…

2013 yılında “Yeni Osmanlıcı” İkinci Cumhuriyet’in Suriye politikası sonucunda Hatay-Reyhanlı’da katliam olunca şöyle yazdı Cengiz Çandar Radikal gazetesinde:

“Reyhanlı’daki patlamaları ve şimdiye dek herhangi bir benzeri olayda görülmemiş yükseklikteki can kaybını, Ortadoğu politikasında ‘etkili bir aktör’ olmanın ‘kaçınılmaz maliyetlerinden biri’ olarak görmek gerekiyor. Bu, tatsız bir gerçek ama maalesef böyle. Böyle bir maliyetten uzak kalmak için Türkiye’nin Suriye’de olan bitenlerden uzak durması gerekmez miydi? Hayır, bu mümkün değildi. Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi ve uluslararası sistemin içine girdiği kalıp, Ortadoğu’da ‘etkili bir aktör’ olmaktan öteye ona bir şans tanımıyordu. Bu da kaçınılmaz idi.”

Musul-Kerkük petrolleri için 1980’lerde, 1990’larda ve 2011’den sonra, önce Turgut Özal’ın arkasında sonra Tayyip Erdoğan’ın arkasında Suriye bataklığında “proaktif” siyaseti savunanlar bugün ya hapistedir ya da topukları götüne vura vura ülkeden kaçtı.

Bugün Doğu Akdeniz’de “proaktif” siyaseti savunan savaş çığırtkanı “vilayet saksıları” yarın bir savaşta bugün üzerine benzin döktükleri ya da bugün görmezden geldikleri ateşe “Ortadoğu’da oyun kurmanın bedeli” mi diyecekler?

Memleket yanacak, memleket!

Harita şimdiye kadar Kıbrıs’ta yaralıydı ve yamalıydı, haritayı toptan yakmak mı istiyorsunuz, proaktif, proaktif?

Kıbrıs’ın kuzeyinin ilhak edilmesi/yutulması konusunda sesiniz soluğunuz çıkmıyor…

En azından Büyük Doğu Akdeniz savaşını göze aldınız mı bu “proaktif” siyasetiniz ile, onu söyleyin de bilelim…

(16 Şubat 2020 tarihinde Afrika gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author