Ulus Baker’in hatırına susmayın!

Aziz Şah – 12 Temmuz Ulus Baker’in öldüğü gün…

14 Temmuz Ulus Baker’in doğduğu gün…

Temmuz ise Ulus Baker’in olduğu yerdir…

Ulus’la özdeşleşmiş o sözcükler Temmuz’dan kalmadır…

-Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum…

Yıllar önce şaşırmıştım Türkiyeli aydınlarla bir masada otururken Ulus’un Kıbrıslı olduğunu bilmemelerine. Sonra şaşırmayı bıraktım, Kıbrıs hakkında bir şey bilmiyorlardı ki Ulus Baker’in Kıbrıslı olduğunu bilsinler…

Ulus gibi acayip bir filozofu anlamak için doğduğu ve büyüdüğü yeri ve koşulları bilmeniz gerekirdi. Ancak odasına havan mermisi düşmüş biri onun kadar dağınık olabilirdi…

“Susmanın tuhaf bir diyalektiği var: Mesela ben ‘geçmiş’ konusunda hep susmayı yeğlerim” demesi de boşuna değildir…

Çünkü Ulus’un dediği gibi…

-“Eve düşen, annemin tepesinden, büyükannenin birkaç santimetre yanından geçerek yaklaşık iki saat önce beni yatırdıkları yatağı biçerek yere saplanan patlamamış bir bomba, galiba güçlü bir havan mermisi (düşerken sesleri giderek tizleşir –cviiiiift gibisinden…) birkaç gün sonra çıkarılırken Girne kapısına kadar koşarak oradan kaçan ben…”

İnsan doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı yere benzer…

Bir filozofu anlamak için onun geçmiş konusunda susamadıklarına bakacaksınız…

Ulus Baker’in “Duymak için yapılmamış kulaklar“ yazısı Temmuz’un sesidir; Ulus’un psikiyatrist babasının savaşta tanık olduğu bir olaydan ibaret bir hikâye…

Savaşta öldürdüklerinin kulaklarını kesip ipe dizen meçhul askerin hikâyesi…

-“Kulaklarım! Kulaklarım!” Diye bağırarak getirildi… Ondokuz yirmi yaşlarında, doğulu delikanlı… Sağ bacağı kanlar içinde, iğrenç, inanılmaz, paramparça… Doktoru kan çeker önce… Anestezisiz diktiler ve iğne vurup susmasını beklediler. Susmadı: “Kulaklarım! Kulaklarım!…” Haykırışlarının hastane koridorlarında işi henüz bitirilmemiş kurbanlık gibi, kimi sedyede, kimi battaniyeler üstünde bekleyen kahramanların moralini bozması katlanılamaz bir durumdur. Savaşın o gizli biçki-dikiş ahlâkının şu diğer kahramanları, neşterli ve her bakımdan alkollü hekimler, defalarca kulaklarını kontrol etmelerine karşın (yakına düşen, ya da yakından salıverilen bir top mermisi mi acaba?), darmadağın bacağı dışında “sapasağlam” teşhisi koymaktan başka bir şey yapamıyorlar… Ses çınlıyor hastanenin üst katlarına doğru yankılanarak: “Kulaklarım! Kulaklarım!…”

Ah! Artık psikiyatrik bir vak’a olsa gerek bu. Bir harb psikozu…

Psikiyatristin muayenesi daha da zor ve sürüncemelidir… Birkaç tokat, biraz telkin: “Nerelisin sen evlâdım?” Tercüme: Hangi cehennemden geldin? Hangi cehenneme gidiyorsun? “Ne diyorsun sen, bir şey yok kulaklarında… Sapasağlam ikisi de…”

Ah! Psikiyatrik bir vak’a bile değil bu… Oğlan, basbayağı… Yemiş kafayı…

Ve yoğun, zor, anlaşılmaz bir diyalog, hoyratça, kulakları tedavi edecektir: “Kulaklarım! Kulaklarım!” Hangi kulaklar? Köyde bekliyorlar… Komandoyum ben… Göğüs göğüse… Taşlık araziye attılar beni paraşütle… Çoğu arkadaşın bacağı kırıldı… Bana bir şey olmadı… Kulaklarımı kaybettim ben… Öldürdüklerimden kestiğim… Bir sicime dizmiştim onları… Köyden beklerler… Kulaksız nasıl dönerim ben?”

Her aşk doğduğu yere benzer…

Havan mermisi ve kesilen kulaklara tanıklık yaptı. Temmuzda doğdu, temmuzda oldu, temmuzda öldü…

“Yeryüzü coğrafyasının hiçbir parçası, bölünmüş ve parçalanmış bir kent kadar tekinsiz, hazin, kuşku uyandırıcı ve üzüntü verici değildir” demişti Kıbrıs’ı yazmadan edemediği bir yazısında…

“Mesela ben ‘geçmiş’ konusunda hep susmayı yeğlerim” demesi hiç lafın gelişi değildir, susmak ve susmamak bir olma ve ölme biçimidir…

(15 Temmuz 2020 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author