O masalarda çok oturduk

Şener Levent – Seni hatırlıyorum dostum…

Yıllar önce bana söylediklerini…

Kenar mahallenin küçük, ama çok şık lokantasında…

O masalarda çok oturduk ve çok konuştuk…

Ne demiştin:

-Yanlış yoldasınız, yılanı deliğinden çıkarmayı bilmiyorsunuz siz…

Biliyorum, varmak istediğimiz yer aynıydı, ama farklı yollardan yürüyorduk…

Aynı yolu yürüyenler farklı yerlere varamazsa da, farklı yolu yürüyenler aynı yere varabilirdi…

Sana göre “bıçağa yumruk vurmak erkeklik istemez, ustalık ister”di…

Bense modern köleler olduğumuza inanıyordum…

Efendiler farkındaydı bunun, ama ne yazık köleler köle olduklarının farkında değillerdi…

Bizi ölümüne bir arenada dövüştürüyorlar ve tribünlerden zevkle izliyorlardı bunu…

Bu ada sanki koskoca bir Colossium’du.

Tribündekileri arenaya çekmek ve onlarla dövüşmek için sabırsızlanıyordum…

Bir totem gibi mağrurdular…

Tahrik ve propaganda ile kırılabilirdi ancak Sezar’ımızın gururu…

O arenaya onu indirmek için başka çare yoktu…

Onun belinde silahı, bizim ise elimizde yalnız kalem vardı…

Eşit olmayan şartlarda dövüşecektik…

Kabulümdü…

Arenaya bir kere indiler, başka inmediler…

Yüzyüze dövüşmeyi göze alamadılar bir daha…

Köleleri kendi aralarında dövüşmekten kurtarmak mümkün olmadı…

Ya siz ne yaptınız?

Bunca yıl geçmiş aradan…

Yılanı deliğinden çıkarmayı başarabildiniz mi?

***

O masalarda çok oturduk ve çok konuştuk…

Bana o masalarda söylendi hiç unutamadığım o söz de:

-Siz ölmeyi göze aldınız, ama öldürmeyi göze almadınız!

Çok doğru!

Bir geceyarısı kapımıza dayandı…

Kim olduğunu, ne olduğunu biliyorduk…

Açtık kapıyı yine de…

İçeri girer girmez teslim olmuş gibi ellerini havaya kaldırdı…

-İsterseniz beni yoklayın, dedi…

Yoklamadık…

Konuştuk…

Bize Gandi devriminin bile kansız olmadığını anlatmaya çalışıyordu…

Bizden biri değildi…

Neden ille de öldürme duygularımızı kamçılamaya çalışıyor ve bizi tahrik ediyordu?

***

O masalar…

Meyhane ve taverna masaları…

Toplantı masaları…

Öldürme emirlerinin verildiği masalar…

Ganimetin paylaşıldığı masalar…

Ganimet paylaşılamayınca yıkılan masalar…

Bir tavernadaydık…

Nefis bir buzuki müziği vardı…

Sirtakinin kalbi buzukide atar…

Pistte dansediyorlardı…

Yeni tanıştığım bir Kıbrıslırum “Senin için ölürüm” diyordu…

Çok duygulanıyordum…

Benim için kimsenin ölmesini istemem…

Rum-Türk kardeştik…

Ve bu yeterdi bize…

Kimse ne biri için ölmeli, ne de biri için birini öldürmeli…

Birdenbire farkettim…

Cep telefonunun ekranında Grivas’ın fotoğrafı vardı…

Yüreğim burkuldu…

Keşke Afksentiu olsaydı…

***

O masalarda çok oturduk ve çok konuştuk…

Çok tartıştık…

Çok fıkralar anlattık birbirimize…

Beraber şarkılar söyledik…

Kalplerimizi birleştirdik…

Küstük de bazan birbirimize…

Bizi hayal kırıklığına uğratan çok şeyler oldu…

Kimiyle barıştık, kimiyle barışamadık bir daha…

Çoğalmak isterken azaldık…

“Masa da masaymış ha” dedik…

Şairin koyduğu ne varsa biz de koyduk oraya…

Sevincimizi koyduk…

Kederimizi koyduk…

Efkarımızı koyduk…

Beklediğimiz günleri koyduk…

Makarios’la EOKA’yı, Denktaş’la TMT’yi koyduk…

Kimi seviyorduk, kimi sevmiyorduk, onu koyduk…

General De Gaulle “Fransa Sartre’dır” demişti…

Onu da koyduk…

John Kennedy’yi, Robert Kennedy’yi, Malcom X’i ve Martin Luther King’i koyduk…

Ölü balıklar gibi sahile vuran ölü çocukları koyduk…

Tayyip Erdoğan’ı ve Saddam’ı koyduk…

Hayallerimizi ve aşklarımızı koyduk…

Yağmurdan sonra toprağın kokusunu koyduk…

Van Gogh’un ve Rembrandt’ın tablolarını, Theodorakis’in Zorba’sını, Kostas Ferris’in “Rembetiko” filmini koyduk…

***

Biz o masalarda çok oturduk…

Masalar sağlamdı…

Kalın bir ansiklopediye benziyordu…

Bizi sual eden olursa, o masalarda bulurdu…

Bu yol uzun ince bir yoldu…

(1 Eylül 2020 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author