Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Erdoğan’ın uşağı mıdır?

Aziz Şah – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı zat-ı muhterem Erdoğan’ı ziyaret etti…

Mahkemelerin adı “Adalet Sarayı” oldu Türkiye’de…

Simitçi bile kendine “saray” der artık…

“Saray” ile pazarlanıyor çünkü herşey!

Adalet sarayları ürkütücü kalelere benzer…

AKP’liler de dünyanın en büyük “Adalet Sarayı”nı yapmakla övünürler…

Devasa “Adalet Sarayları” inşa ediyorlar çünkü insan o kocaman binaların önünde durduğunda kendini sinek gibi hisseder. Daha kapıdan girmeden teslim olur…

İhtişamın önünde “diz çök” diye haykırır sütunlar…

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Robert Spano ile Erdoğan’ın birlikte çektirdikleri fotoğrafa şöyle bir baktım…

Erdoğan ile fotoğraf çekinen utangaç bir uşağa benziyor…

Erdoğan’a çay servisi yaptıktan sonra, “Efendim sizinle bir fotoğraf çekinebilir miyiz?” diye soran bir kapıkulu…

Fotoğrafa bakıyorum kime benziyor bu adam diye…

Yandaş medyaya yeni transfer olmuş eski bir muhalif gibi çekingen…

Henüz utangaçlığını üzerinden atamamış…

Karadeniz’den doğalgaz çıktığını duyup koşarak giden bir enerji şirketinin CEO’suna da benziyor…

Sakalına baktığımda Müslüman Kardeşler temsilcisine de benziyor…

Türkiye’nin İngiliz tefecilere olan borcunu hatırlatmak için gelen bir vergi memuruna da benziyor…

“Kanal İstanbul”dan arsa kapatmaya gelen bir Katarlı’yı da andırmıyor değil hani…

Ya da Doğu Akdeniz’de yüzen Türk sondaj gemilerine hizmet veren yabancı şirketlerin alacağını tahsil etmeye gelen bir muhasebeci…

Veyahut “yerli ve milli” diye pazarlanan Türk silah sanayisine parça satan bir Batılı silah şirketinin adamı da olabilir…

Kaz dağlarından altın çıkaran şirketin CEO’suna da benziyor…

Fabrikasında sendikalaşan işçileri şikayet etmeye Erdoğan’ın huzuruna çıkan bir yabancı yatırımcıyı da andırmıyor değil…

Adam bak bak bitmedi…

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı…

Bay Robert Spano…

Herşeye ve herkese benziyor!

Tek bir şeyi hatırlatmıyor sadece…

Yüzünün haline, duruşuna ve durduğu yere bakınca…

Kapısında haftalarca avukatların direndiği, avukat cübbelerinin yerlerde sürüklendiği, polislerin avukatları ezim ezim ettiği, avukatların “yüce mahkeme”ye değil polis kalkanına hitap ettiği, adil yargılanma talebi için bir avukatın açlık grevinde öldüğü sarayın kapısından içeri girmiş olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı sadece “hukukçu”ya benzemiyor…

Yoksa onun dışında herşey olur…

Hizmetli, yandaş gazeteci, tefeci, petrol şirketi yöneticisi, altın şirketi patronu, müteahhit, sondaj gemisi işletmecisi…

Herşey ve herkes olur…

Hukukçu hariç!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Robert Spano’ya İstanbul Üniversitesi’nden bir de “fahri doktora” ayarlandı…

“Fahri doktora” dağıtmak bir 12 Eylül uygulamasıdır…

Bilirsiniz, bizim Denktaş’ın da Türkiye’nin bütün üniversitelerinden alınmış “fahri doktoraları” vardır…

Bay Robert Spano’ya bakarken 2016 yılının Cumhuriyet bayramında 29 Ekim günü İstanbul Üniversitesi’nden bir Kanun Hükmünde Kararname ile atılan devrimci hocaları andım…

Düşünün! Bir gece Erdoğan bir kararname yayınlayıp sizi üniversiteden atıyor…

Sonra siz bir miting düzenliyorsunuz öğrencilerinizle birlikte…

O mitingte üniversiteden atılan hocalar, AB ve ABD emperyalizmi özgürlük getirmeyecek, kurtuluş bizlerin mücadelesindedir diye haykırmıştı Beyazıt Meydanı’nda…

Tam 4 sene sonra, AİHM Başkanı geldi ve Erdoğan’a en sıkışık olduğu zamanda Avrupa emperyalizminin desteğini beyan etti…  

Merkel gelse bu kadar etkili olmazdı…

AİHM Başkanı’nın Türkiye ziyareti üç söylemi buruşturup çöpe attı…

 “Türkiye eksen değiştiriyor”…

 “Demokrasi ve insan haklarının olmadığı ülkeden sermaye kaçar”…

“Erdoğan Türkiye’si çok yalnız”…

Bunlar ezberlenmiş liberal yalanlardır…

Türkiye Batı emperyalizminin hem ucuz emek hem de askeri anlamda ordusudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Türkiye’nin NATO’ya girmesinden bugüne bütün devlet yapılanması Batı ve NATO standartlarında yeniden örgütlendi. Eksen değiştirmek sermaye ilişkilerinden askeri yapılanmaya bütün sistemin değişmesi demektir, böyle bir dönüşümü ancak sosyalist devrim gerçekleştirebilir. “Türkiye eksen değiştiriyor” söylemi liberallerin en yaygın manipülasyon aracıdır…

İkinci yalan “demokrasi ve insan haklarının olmadığı ülkeden sermaye kaçar” safsatasıdır. Sermaye, diktatörlüğü ve hiçbir demokratik hakkın, insan hakkının olmadığı kölelik şartlarında çalışma koşularının olduğu düzeni sever. Diktatörlüklerde sermaye semirir. Bugün Türkiye’den yabancı sermaye kaçıyorsa bu dünya ekonomik krizi ile ilintilidir. Yoksa sendikanın ve grevin olmadığı yerden sermaye neden kaçsın değil mi Bay AİHM Başkanı?

Ve en sık söylenen üçüncü yalan: Erdoğan Türkiye’si çok yalnız…

AİHM Başkanı geldi ve Erdoğan istibdadının yalnız olmadığını, Avrupa emperyalizminin Erdoğan Türkiye’sinin arkasında olduğunu alenen gösterdi…

Bir avukatın açlık grevinde öldüğü hafta AİHM Başkanı Saray’da el etek öptü…

2016 29 Ekim’inde İstanbul Üniversitesi’nden atılan Dr. Mehmet Cemil Ozansü bu ziyaret için şöyle diyor:

“Gelelim AİHM meselesine. Mahkeme Başkanı Spano’ya İstanbul Üniversitesi’nin fahri doktora unvanı vermesi ve mahkeme başkanının da bunu kabul etmesi gayet yerinde ve öngörülebilir bir tasarruftur. 

Zira vaktiyle İstanbul Üniversitesi, dönemin sıkıyönetim rejimi marifetiyle ihraç edilen birçok meslektaşının varlığına rağmen General Kenan Evren’e de fahri doktora hem de hukuk doktorası unvanı vermişti. 

Bu kadar hukuk-dışı siyasi ihracın yaşandığı bir kurumun taltifini kabul eden ve yarın bir yargıç olarak önüne gelecek dosyaların varlığını dikkate almayan Spano’ya, biz de böylece fahri ‘general’ unvanı verebiliriz.  

AİHM şüphesiz siyasi bir mahkeme olarak kurulmuştur. Sosyalist Avrupa’ya karşı insan haklarını gözeten liberal bir Avrupa’nın, ‘Batı Avrupa’ emperyalizminin propaganda vitrinini süsleyen bir enstrüman olarak hukuk tarihinde yerini alan Mahkeme, son yirmi yılında kendini ‘iş yükünü azaltmayı’ hedefleyen bir tasfiye merciine dönüştürmüştür. 

Avrupa çapında insan haklarının devletler üstü bir ölçekte gözetilmesi göreviyle sahneye çıkmış bir hukuksallığın bugünkü tasfiye halindeki hali, hukuk düşüncesinin dün ve bugünkü seyrini bilenler açısından sadece bir başkası adına utanma hissini canlandırabiliyor. 

İstanbul Üniversitesinin bu bakımdan ‘General’ Spano’yu doktorayla taltif etmesi hem Mahkemeye hem de Üniversiteye çok yakışmaktadır”…

Cemil hoca ile birlikte atılan ağabeyim ve yoldaşım Dr. Levent Dölek de üniversiteden atıldıktan sonra Beyazıt Meydanı’nda tarihi bir konuşma yapmıştı:

“Değerli hocalarımız, mesai arkadaşlarımız, öğrencilerimiz, üniversitenin emekçileri, üniversitenin gerçek sahipleri hepiniz hoş geldiniz! Bir Kanun Hükmünde Kararname ile kamu görevinden çıkarıldığımızı öğrendik. İlk listeye baktığımızda, zannediyorum bu listeye bakan ve İstanbul Üniversitesi’nin son on yılına bir şekilde aşina olan herkes görmüştür ki, oluşturulan liste bir yerlere ispiyon edilen, hedef gösterilen liste boşuna seçilmemiş.

Bu üniversitede haksızlıklara, bu üniversitede usulsüzlüklere karşı gelen mücadele eden, özgürlükleri savunan ve bunu en önde savunan insanlar hedef seçilmiş. Özellikle de 2008-9 yılında yine buralarda, bu meydanlarda üniversitede, o zaman yine AKP ve Cemaat’in el ele üniversiteye yapmakta olduğu bir operasyona, 50-D operasyonuna karşı direnen asistan hareketinin temsilcileri hedef seçilmiş. Sözüm ona anayasa düşmanıymışız, milli güvenliği tehdit ediyormuşuz. Öyle yazıyor. O zaman da bize koçbaşı demişlerdi.

Bize akılları sıra demişlerdi ki, sizi rotasyona gönderelim başka üniversitelere gönderelim, Anadolu’ya gönderelim, biz işte bütün üniversite sistemini bu şekilde yerelleştirmek istiyoruz, vesaire demişlerdi. Bizim cevabımız bütün asistan hareketi olarak netti. En ufak bir soru işareti yoktu. Dedik ki hayhay! Bu ülkenin her köşesinde bu halka hizmet etmeye, bilim üretmeye hazırız. Biz bunu dedik. Ama dedik ki, iş güvencesi isteriz. Siz işgüvencemizi elimizden alarak üniversiteleri kıymak istiyorsunuz.  Biz işgüvencesi istiyoruz dedik. Neden? Çünkü şu yüzden: Biz mücadelemizin her aşamasında, sadece arkadaşlarımızın işten atılmasına karşı değil; onların işten atılmasını engellemek bizim için çok önemliydi, en önde gelen vazifemizdi ve onları attırtmadık; bundan gurur duyuyoruz. Ama her seferinde şunu söyledik: Biz sadece kendi geleceğimiz, arkadaşlarımızın geleceği için değil, bu ülkenin geleceği için mücadele ediyoruz, dedik. İşgüvencesini akademik özgürlüğün bir gereği olarak savunduk. İşgüvenceniz yoksa özgür olamazsınız, işgüvenceniz yoksa gerçekleri söylemekten çekinebilirsiniz. Biz bunun için işgüvencesini savunduk.

Biz, halka hizmet etmek için, üzerimizde hakkı olan bu halkın her bir ferdine hizmet etmek için, onlar adına gerçekleri söyleyebilmek için işgüvencesi istedik. İşgüvenceniz varsa halka hizmet edersiniz. İşgüvenceniz yoksa iktidara hizmetkâr olmak zorunda kalırsınız. Biz iktidarlara hizmetkâr olmadık. Bizim üzerimizde, dedim ya biz devletin okullarında okuduk, parasız eğitimden yararlandık, bütün arkadaşlarımız öyledir. Hocalarımız öyledir. Biz bu halkın parasıyla okuduk yani. Halkımıza karşı sorumluyuz. Öyle hissettik ve biz bu sorumluluğu birilerinin istediği şeyleri söyleyerek değil, birilerinin hoşuna gitmese de gerçekleri her daim söyleyerek yerine getirmeye çalışıyoruz, bundan sonra da öyle yapacağız.          

Bizim üzerimizde cepheye gönderilen emekçi çocuğu Mehmetçiğin de buzdolabında cenazesi saklanan Kürt bebesinin de hakkı var. Biz bu sorumlulukla hareket etmeye çalıştık. Bundan sonra da öyle hareket edeceğiz. İlk atıldığımızı öğrendiğimde, dedim ki elbet döneriz. Elbet döneriz, dedim. Buna da inanıyorum. Bütün arkadaşlarım da hocalarım da, buradaki herkes de bence buna inansın. Ha, neye güveniyoruz? Hukuki girişimlerimizi yapacağız, mahkemelere gideceğiz vesaire, ama inanın tabii ki çökertilmiş bir hukuk sistemine bel bağlayacak halimiz yok. Bir yerlere “Bizi geri alın”, ondan sonra şöyledir böyledir diye yalvaracak halimiz de yok.

Lanet olsun Amerika’sına da Avrupa’sına da! Başka yerlere yüzümüzü dönecek halimiz de yok. Gazeteler kapatılıyor, kan gölüne dönmüş memleket “endişeliyiz” diyorlar. Batsın endişeniz! Halkları birbirine kırdırıp kan gölüne çevirdiniz bu coğrafyayı. Her türlü gericiliği siz desteklediniz emperyalistler! Bu emperyalistlerden şu kadar medet umuyorsak namerdiz!

Biz kime güveniyoruz, biliyor musunuz? İşte burdaki insanlara güveniyoruz. Bu üniversitenin bu memleketin gerçek sahiplerine, onurlu dik duran insanlara güveniyoruz. Şu bastığımız Beyazıt Meydanı’nda Turan Emeksizin anısı var, Deniz Gezmiş’in anısı var. Biz gücümüzü ordan alıyoruz. Ali İsmail’leri Berkin’leri doğuran analardan alıyoruz gücümüzü! Biz, 15-16 Haziran’ı yapan işçi sınıfından, Renault’nun Tofaş’ın grevci işçilerinden, bu üniversitenin her zorluğa rağmen, bütün yükünü omuzlayan ve her türlü haksızlığa uğrayan taşeron emekçilerinden alıyoruz gücümüzü! Evet, biz mensubu olmaktan gurur duyduğumuz, eğitim ve bilim emekçileri olarak, mensubu olmaktan gurur duyduğumuz işçi sınıfına güveniyoruz. İşçi sınıfından güç alıyoruz. Bugüne kadar da mücadelemizi sendikalarla, yürüyüşlerimizle kurduğumuz çadırlarla, hep bu anlayışla yürüttük. O yüzden zaten birilerinin rüyalarına girdik belli ki.

Burada çok net olarak şunları söylemek istiyorum: Biz kazanacağız! Bizim kazanmamız sadece bizim geri dönmemizle, bu sıralarla bu öğrencilerimizle tekrar buluşmamızla alakalı bir şey değil. Ülkemizin içine sürüklenmekte olduğu karanlıkla karşılaştırdığımızda gerçekten de bizim atılmamız bir teferruat boyutundadır. O yüzden bizim mücadelemiz, yükselmekte olan istibdad rejimine karşı bu halkın vermekte olduğu özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Bundan sonra da böyle olacaktır. O yüzden herkes gücüne güvensin. Birlik olsun. Omuz omuza durmaya devam etsin. Burada tüm gücümle haykırmak istiyorum: Kahrolsun istibdad, yaşasın hürriyet! Kahrolsun emperyalizm, yaşasın devrim ve sosyalizm!”

Evet…

Levent 2016’da Beyazıt meydanında “Lanet olsun Amerika’sına da Avrupa’sına da!” dedi…

2020’de dediği oldu, Avrupa emperyalizmi AİHM Başkanı’nı Erdoğan istibdadına destek vermesi için gönderdi…

(6 Eylül 2020 tarihli Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author