Şeyh Uzunkulak Türbesi’nde hindi gibi düşünen Kıbrıslılar

Aziz Şah – Birbiri ile alakasız gibi görünen ama çok alakalı üç hikâye anlatalım bugün…

Birinci hikâye çölde Bedevi’nin başından geçer…

İkinci hikâyeye Alman subayı tanık olmuştur Osmanlı’da…

Üçüncü hikâye de İngiliz zamanında imamlık yapan benim büyük dedemin hikâyesi…

Bir hindi…

Bir eşek…

Ve bir Kıbrıslı…

***

Çölde oldubittilere, nemelazımcılığa yer yoktur…

Gelişigüzel dayatmalara bir kere “evet” derseniz ölürsünüz!

Çöl acımasızdır…

Kuma gömülürsünüz!

Dayatmanın küçüğü, dayatılanı görmezden gelmenin pirinç kadarı olmaz!

Pirinç sonunda boğazınızda düğüm olur…

Küçük-büyük fark etmez, ortada bir dayatma varsa püskürtülmelidir…

Çünkü çölde tek sefer göz yumulan kural olur…

Bu seferlik görmezden gelelim, diyemezsiniz…

Yalnızca çölde mi?

Adada da böyle…

Sizin “saygı-sevgi” dediğinizi karşı taraf “biat” kabul etti…

Tek seferlik “biat”tan bir şey olmaz dememiş miydiniz?

Geldiğimiz nokta ortada…

Ortadoğu coğrafyasında bize Bedevi’den mirastır küçük de olsa “başını ilk seferde ezme” kuralı…

Yoksa göz yumarsanız, göz yummanın sonu yoktur…

İstisnalar kural olur!

Meşhur bir Bedevi hikâyesi vardır…

Yaşlı bir Bedevi hindi etinin cinsel gücü artırdığına inanıyor…

Bir hindi alıyor ve onu beslerken fanteziler kuruyor…

Bizim ihtiyar boğaya dönüşeceğini sanıyor hindiyi yeyince…

Bir gün hindisi çalınıyor…

Oğullarını çağırıyor, “Başımız büyük belada” diyor…

Oğulları umursamıyor, “Bir hindiden ne olacak ki?” diyorlar…

Sonra adamın devesi çalınıyor…

Oğulları koşarak babalarına geliyor…

Baba oğullarına, “Gidin hindiyi bulun” diyor…

Sonra at çalınıyor…

Baba oğullarına yeniden, “Gidin hindiyi bulun” diyor…

Sonra Bedevinin kızı tecavüze uğruyor…

Bedevi oğullarını çağırıp diyor ki:

-Bütün bunların sebebi hindi. Benim hindimi alabildiklerini anladıklarında biz her şeyimizi kaybettik…

Biz hindiyi 1974’te çaldırdık…

Yarım yüzyıl sonra hâlâ hindiyi arıyoruz!

Hindiyi bulmadan da bize huzur yok…

***

Anlatana tarih dersi dinleyene fıkra gibi bir hikâye daha…

Hikâyecimiz Cihan Harbi’nde, yani Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun başında olan Alman komutan Liman von Sanders’in yaveri…

Paşa değil, yaver anlatıyor hikâyemizi…

“Almanlar yenilince Türkler yenilmiş sayıldı” gibi bir tarih tezi var bildiğiniz gibi Türk devletinin…

İki adet çöken imparatorluk bir araya gelmiş, beraber savaşı kaybetmiş…

Bu yenilgi için Türkler Alman generalleri suçluyor, Almanlar da Türk generalleri…

Yaver Franz Carl Endres meselelere farklı pencerelerden bakabilen bir asker, anlatıyor…

Türkiye’de görev yapan bütün askerler gibi geleneği bozmayarak bir kitap yazdı…

Gayet ilginç bir bakış açısı var Endres amcanın…

Klasik bir sömürgecinin gözüyle bakmıyor…

Kaçamadığı bir doğu fantezisinde geziniyor, çünkü Avrupalı’da fantezi bitmez…

O Allah’ın emri!

Peçeleri ve tütsüleri pek severler…

Baharat ve göbek dansı etrafında bir sömürgeci tarih anlatısı…

Ama Liman von Sanders paşanın yaveri yine de çuvaldızı kendi milletine batırıyor…

Kendi ulusunun emperyalist küstahlığına, kendini beğenmişliğine, dolandırıcılığına vuruyor…

“İstanbul’da kültür aramayın” derken, “bizde de yok” demeden geçmiyor…

Cihan Harbi’nin habercisi niteliğindeki Balkan Savaşları sonrasında Osmanlı ordusuna dair en aşağılayıcı raporları Endres yazmıştı oysa, küstah Alman subayı gitmiş, yerine anılarını “Osmanlı emekli yarbayı” diye imzalayan adam gelmiş…

Osmanlı ordusu da aşağılanmayacak gibi değildi hani, ha…

Orduda kırmızı fes dışında “Türk” hiçbir malzeme kullanılmıyordu…

Sonradan Avrupa’nın en meşhur askerlerinden biri olacak olan Moltke Osmanlı ordusunda gördüklerini şöyle anlatıyordu:

“Rus ceketleri, Fransız talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk serpuşu, Macar eyerleri, İngiliz kılıçları ve her milletten öğretmenleriyle, Avrupa örneğinde bir orduydu…”

Piyade ve süvarileri Fransız, topçuları Prusya (Alman) sistemine göre örgütlenmiş fesli bir ordu…

Osmanlı ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Liman von Sanders paşanın yaveri farklı bir pencerelerden bakarak seyyah gibi geziyor tarihte…

Ballandıra ballandıra Bursa’yı, Edirne’yi anlatıyor, Sufizmde, Mevlevilik’te duraklıyordu…

Tek başına bir piyanoyu kaldırabilen hamalların gayrimüslimler üzerinde estirdiği terörü anlatıyor…

Hamalların halet-i ruhiyesine bakarak Rumlar ve Ermeniler, o günlerde katliam olup olmayacağını anlıyorlarmış…

Jön Türkler’den hiç hazzetmiyordu bu Alman…

Enver Paşa’nın şişirilmiş bir kahraman olduğunu söylüyor…

Pera’da Avrupalı ve Türkiyeli fahişeler arasındaki rekabeti anlatıyor…

En ilginci Osmanlı’ya Almanya’nın yaptığı ekonomik yardımların bir grup memurun ve subayın cebine aktığını tekrar tekrar yazıyordu…

Yardımların orduya, halka, devlet bütçesine hiçbir faydası olmadığını anlatıp duruyor…

Erlerin mecbur kaldığı sefaletin milim değişmediğini söylüyor…

Ekonomik yardım arttıkça sefalet de artıyor…

Boşuna değil ki “sivil toplum”un AB fonlarıyla palazlandırılmasını eleştirip dururuz…

Boşuna değil ki Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine gönderdik dediği “yardım”ları gören olmuyor…

Yabancı yardımların karakteri hep aynı oldu tarih boyunca…

Toplumu karaktersizleştirdi…

Memuru, subayı, aydını, entellektüeli yoldan çıkardı…

İster Cihan Harbi’nde Osmanlı olsun, ister mandırada olsun hiç fark etmez!

Liman Paşa’nın yaveri Endres amcanın kıssadan hisselik hikâyesine gelelim…

Anlatıyor yaver:

-Şeyh Abdullah müridi Ali’yi hacca yollamış…

Yanına bir kağıt, kalem, kaftan ve eşek vermiş…

Paraya ihtiyacın yok, yolun açık olsun demiş…

Eşek yolda ölmüş…

Ali de mezarını kazmış ve gömmüş…

Mezarın başına çöken Ali’nin derin derin düşündüğünü görenler Ali’ye sormuşlar, “burada kim yatıyor” diye…

Eşek diyememiş. “Uzunkulak” demiş…

Şeyh Uzunkulak Türbesi’ne akınlar başlamış…

Türbenin namı Ali’nin şeyhi Abdullah efendiye kadar ulaşmış…

Şeyh Abdullah da ziyarete gelmiş…

Bir de kimi görsün? Müridi Ali…

Şeyhine başından geçenleri anlatmış. Dayanamamış sormuş:

-Şeyhim, senin türbede kim yatıyor?

Şeyh Abdullah cevap vermiş:

-Seninkinin babası!

Ne diye anlatıyor bu hikâyeyi Liman Paşa’nın yaveri anılarında?

Çünkü her deve sürüsünün başında bir eşek olur…

Eşek olmayınca develer yolunu şaşırırmış…

***

1890’ların Lefkoşa’sı…

120-130 küsur sene önce…

İngiliz’in zamanı…

Kapısında “Yaz Kuran kurslarımız başlamıştır” yazısıyla hatırladığımız Arabahmet Camisi…

İmam namaz kıldırırken cebinden içki şişesi düşer…

İmam Dohnili’dir…

Benim büyük dedem…

Adı Vehit…

Bu olay üstüne Dohni’ye sürülür…

-Kabul olmadı mı acaba kıldırdığı namazlar, ondan mı sürüldü?

Çok olmadı… Gel zaman git zaman, bir Ramazan ayında Arabahmet Cami’sinin önünden geçiyorum gecenin bir vakti…

Camiden bir adam çıktı…

Tam kapıda denk geldik. Telefonda rapor veriyor yukarıya, en yukarıya…

Konuşmayı duyar duymaz adımlarımı kıstım, kulak kesildim…

-Her gece bir camideyim, diyor…

-Aynı camide kılmıyorum namazı…

-Farklı camilerde nabız yokluyorum…

Konuşmasından anlıyorum ki bir okulda da öğretmenmiş…

Hem öğretmen hem dini misyoner…

Ah Vehit dede, diyorum…

İhvancılar (Müslüman Kardeşler), ihbarcılar, tepeye rapor veren jurnalciler, muhbir-muhaberat hakim senin mahallene…

Ah Vehit dede, ah…

Türklük ve Müslümanlık şu sıralar baştan keşfediliyor kaypak Kıbrıslılar tarafından…

Bir zamanlar vergi vermemek için din değiştiren ataları gibi…

Kaypak ve korkaklar…

Erdoğan’a mektup yazanlar…

İçkisiz meyhaneye gidenler…

“Kıbrıslı laiktir, AKP dönüştüremez” diyenler dönüşmeye başladı bile…

Şaşırmıyorum…

Osmanlı zamanında az vergi ödemek için din değiştirenler, dünümüzde ganimet için “rey”ini satanlar raydan çıkanlar, bugünümüzde de Erdoğan istibdadında dindar oldular işte bir gecede…

Şaşıracak bir şey yok…

Benim Vehit dedem cebinde zivaniya şişesi ile namaz kıldırırdı, İngiliz sürdü…

Siz bir sabredemediniz…

İstibdadının yıkılmasını bekleyemediniz…

İstibdad yıkılınca, siz gene din değiştireceksiniz…

Dönekler!

Döndürekler!

Dönmeler!

Kimliksiz kişiliksiz kimsecikler…

Bedevi gibi hindiyi çaldırınca kendinizi Şeyh Uzunkulak Türbesi’nde buldunuz…

(29 Kasım 2020 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author