Bir zamanlar Kıbrıs’ta

Şener Levent – “En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır” diyen Nazım’a “oraya hiçbir zaman varamayacağız” deyip yelkenlere asıldıktan sonra, geçmişi arkama, ölümü de karşıma alarak ve hayallerimin her zaman benden hızlı koştuğunun bir kere daha farkına vararak seni düşündüm alacakaranlıkta…

Lefkoşa’da sabah oluyordu, İstanbul’da sabah oluyordu, Moskova’da sabah oluyordu…

Senin o trenlerdeki, o gemilerdeki halin de buydu…

Unutamadıklarınla her zaman başbaşaydın…

Bu film ileriye sarılamazdı çünkü, hep geriye sarılırdı…

Aylardan Aralık’tı, dışarıda kar yağıyordu, kederli yüzümüzü mumlar aydınlatıyordu, masamızda oturan adam “yıllar geçiyor” deyip duruyordu…

Yaşlı kemancı Polonez’i çalıyordu…

Oysa seni ninniler, ezanlar ve kurşun sesleri uyuttu…

Sen de diğerleri gibi eski bir Venedik kalesi mahpusuydun…

Sokaklar dardı, kapılar tahtaydı, pencereler perdeli…

Annen küllü suyunda çamaşır yıkardı, yemek pişirirdi, turunç macunu yapar, naneyi sestada kuruturdu…

Yaz günleri kapı önüne atletle oturan ve hıyar kabuğunu alnına yapıştıran komşu, “Ey hak bize de bak” derdi…

Siyah düz saçların vardı, ama aşık olmadan önce onları taramak bir kere bile gelmedi aklına…

Kısa haki pantolon, yalınayak, gömeçler ve ısırganlar ve uzun değnekler üstünde yürüyen cambazlar, pirili, lingiri, saklambaç ve bandabuliyadan kan kokulu gömlekleriyle dönen kasaplar ve içinden RoyRogers çıkan sakızlar…

İyi bak bu solup sararan fotoğraflara…

Bir ilkokul öğretmeni:

Münüre Hanım…

Bir sınıf arkadaşı:

Ziya…

Bir sokak…

Atilla Sokağı…

Bir Kaleburunlu:

Mulla…

Böyle doğardı güneş hep hurma dalları arkasında…

Afksentiu Maşera dağlarında öldürülmüştü, ama haberin yoktu…

İngiliz süngülü tüfekleriyle iterdi bizi, babamsa hep asker suçsuzdur derdi…

Bayılırdım Mida masallarına…

Rüyalarıma girerdi atlı cenaze arabaları…

Annemin camlığından aşırırdım turunç macunlarını…

Bir genelev kadını:

Leyla…

Bir ölüyücü:

Kör Arif…

Bir sinema:

Beyrut Sineması…

Bir cümbüşçü:

Ahmet Becerikli…

Bir meyhaneci:

Zarifaba…

Ve Londra’daki yeğenlerden gelen ilk renkli kartpostallar sarışın kızlarla…

Hayallerin ne başı var, ne de sonu…

Okullu sevgilinin nergis koyup gönderdiği mektuplarındaki o çarpıcıkları bile geç anladın…

Sokakta bisikletiyle vurulup öldürülen adamın ölüsüne yaklaşıp baktın, ama onun neden öldürüldüğünü de çok sonra anlayacaktın…

Annenin iki koluna takıp sardığı ahrettiyi üç gün üç gece gittiğin bir trende hatırlayacaktın…

Bir şehrin insanın içinde nasıl birdenbire boşaldığını ancak annen ölünce anladın…

Bir şair:

Özker Yaşın…

Bir kitapçı dükkanı:

Kitap Sarayı…

Bir gazete:

Akın…

Bir halk adamı:

Ahmet Mehmet Dubara…

“Nereye gider bu yüz direkli gemi” diye soran Nazım da bilmezdi nereye gittiğini…

Hep ileriye bakardı, geriye bakmayı sevmezdi…

Sen de denedin, ama başaramadın…

Çünkü kısa haki pantolonlu ruhun hiç bırakmadı peşini…

Oysa yeğenin Özkan Londra’da kemanını kırıp yakmış ve başka bir adam olmuştu, Londra’da romantiklere yer yoktu…

Moskova ise romantikler ve hayalperestlerle doluydu…

Bir kitap okudun ve senin de hayatın değişti…

İsa’yı bulamadın, ama Dostoyevski’nin “Budala”sını buldun…

Leningrad’da Neva nehri boyunca yürüdün beyaz gecelerde, Puşkin’i ezbere okuyan, ama elli dolara kendini sunan kızlarla tanıştın…

Hiç tanımadığın Marakeşli bir kadın uzaktan el salladı sana…

Bir ebe:

Seher ebe…

Bir mevlitçi:

Sadiyaba…

Bir film:

Kanun Namına…

Bir Süleyman Uluçamgil, bir Adnan Bozkırlı, bir Kaya Çanca vardı bu şehrin sokaklarında…

Bir Cahit Usta’ya, bir Arif Hoca’ya, bir Ziya’ya, bir Toğal’a, bir Karaman’a, bir Yalçın’a baktım…

En güzel denize varamadan göçüp gittiler onlar da…

Her şey kopuk kopuk…

Bütünlük aramayın bu yazıda…

(16 Ocak 2021 tarihinde Avrupa gazetesinde yayınlanmıştır)

About the author